Yazımsal Ürünler
gittin bile
Rüzgarda saçların aheste deviniriken, bir kez olsun arkana bakmadan
gözyaşım yere ağır ağır ilerlerken anladım sevdiğimi
adımlarınca attığın, gidemser uzaklıkların kanatıyor hüznümü,
kibirin gölgesinde yaşanan aşkın varlığında.
yara izinde kaybolan soluk bir aşk şarkısının keman solosu belki;
belki hırs, ihtiras, tutku ezgisi en orkestrasyonel;
belki değil...
anladım acımı, başımı eğdiğimde önüme,
gözlerimi kapatırken gördüğüm arnavut kaldırımın ıslak, soğuk taşlarıyken.
yüreğim bu sefer o kadar hızlı atmıyor,
ama attığında tüm bedenimi parçalarcasına acıyor;
kanıyor yüreğim...
kanıyor beynim; benliğim...
eğri duvar
Gözlerimi kapatığımda artık,
yüzünü görür oldum.
öpmeye çalışıyorum seni,
yok oluyorsun birden bire.
gözlerimi açtığımda,
duvarda ıslak bir dudak izi...
aynı sen kokuyor.
aynı sıcaklığın...
badananın izi çıkıyor yüreğimde, soğuk bir şampanya rengi.
şampanyanın hiç bu kadar romantik olmadığını düşünmemiştim
hiç bu kadar soğuk, sıkıcı ve yalnız...
oysa ben başka düşünmüştüm,
çiçek, şampanya, sen, ben, mumlar...
belki keman, belki notalarım,
belki kemençe, hüzünler...
belki bir kutlama, belki de veda...
duvarı isterdim belki, ama ardında sadece ikimiz olurken,
meraklı gözler ardında, meraklı yürekler ötesinde...
eğri duvar orada bekler.
ardında olmayan ziyaretçileri
şampanyada yok,
çiçek de...
sen yoksun...
kendi
Yalnızlığa sorduğunda "neden?" diye,
bekle der mutlaka.
paylaşmak istemez seni;
hiç bir şeyle...
incinmeni istemez.
ilelebet yanında olmak ister sadece...
bencilce,
umutsuca
özgürce !.
mutsuzsan bile teksindir.
mutsuzsan bile özgür
özgürlük mutluluk vermez çoğu,
ama özgürlük kendini verir sana...
sen,
kendin,
ve daima sensindir...
zamanı gelince,
eğer;
zaman geliyorsa..
seninle birlikte sen olmaya,
mutlak olacak bir güç doğar...
doğacak olanın umidiyle yaşanmaz ama,
eğer biliyorsan sen;
kendini;
geleceğini;
beklenir belki de,
beklemeden hiç...
aramadan aramak gibi..
gördüğünde anlamak için,
dokunduğunda hissetmek için,
spontan,
o an,
sen...
tekrar ve sadece sen...
zaman geçer
Gecenin süet çarşaflığında dingin, lacivert, yoğun denizin üzerinde ilerlerken motorla;
burnuna karışır motor gürültüsü ve mazotun kokusu, rüzgarın sert uğultusunda
düşünürsün bazen eskiyi, püsküyü..
esasen eski olsa bile püskü olmamalı hiç hayatında...
zamanın geleceğe dair püskülleri bir çorap söküğü gibi ele gelirken,
o kadar da değil unutmak;
ipin ucu kaçmış..
yapacak bir şey yok.
akamadı zaman bir türlü,
ekemedi zaman;
geçemedi hayatında...
yeni bir gün
Yeni bir günü sardığında sigara kağıdına, biraz sıkıştırman gerekebilir parmaklarınla..
zira başka türlü forma kavuşmaz, sığmaz kendine...
birazda çiğ olur, acı olur kendi kendine.
oysa yeni bir gündür bilinmeyen, ve gelecek kavramı içerisindeki bilinmezlik kadar bilinmeyen...
kağıda sarılmış yeni bir günü ilk yaktığında yaşamaya, saat geceyarısıdır.
saatler dakikaları çoktan eskitmiş, yeniliğin ötesinde kendiliğinde berigelen bir tazelikle, her ne kadar durağan olsa da bir o kadar merakla gelinen geleceğe, yavaş yavaş dumanı tüter...
evet, belkide geride kalan her damla kül geçmişindir, ve geride kaldığında da bir daha asla geri getiremeyeceksindir.
ama bir tatlıdır belki geçmişinle birlikte olmak, geçmiş küllerinin kavada uçuşarak yere süzülmesine bakmak, geleceğini parmaklarında sıkmak.
neticesinde tertemiz bir sarılı tütün kağıdından daha değerlisindir, yarısı içilmiş ve hala yanan olarak...
gel zaman rüzgarın etkisiyle daha çok geçer gibi gelir zaman, git zaman istemezsin geçmesini, ve sayarsın saniye saniye...
ama her ne şekilde ki olursa olsun, bakarsın hep ucuna dumanı tütenin...
geçti gidiyor, gitti geçiyor;
gün, zaman, hayat, insan..
ping!.
Bir ten uzağımdasın; kokundan burnum bayram etmesi dileğiyle...
ellerinin sıcaklığından yanıyor yüreğim, hiç dokunmadan hissettiğim hava molekülleriyle...
farklı gibiydik illk başta, ama hayır, aynıyız başından beri... zaman geçtiğince anladık bunu, zaman geçtiğince şaşırdık belki.. ama esas olan birşey vardı...
aynıydık, bizdik başından beri... aynıydık, bizdik başından belli...
senle ben, ben oldum; belkide benle sen, sen...
sende bulduğum ben'e, ben kattım benliğimle; sen kattım benliğimden, ve kendimde seni ürettim sana dair, senin için, "bak nasıl olmuş" dercesine...
bir çocuk yüzündeki heyecanlı gülümsemesi ile...
zaman zaman gözlerimin içi gülüyor, sırf sen gülüyorsun diye..
zaman zaman bana bakıyorsun anlarca.. ve o anların hiç bitmemesi gerektiğini gayet kendimden emin biçimde bilirken ben; an olduğu için bitiveriyor aniden hüzünlerimin ardından...
yağmur yağarken belki kapuşonunu örtmen gerekmeyebiliyor, el ele tutuştuğumuzda..
sahil şeridinde yürürken el ele, sabahın tuzlu deniz kokusundan üşüyen bizi andırıyor gözlerin....
belkide öperken beni son anda kaçırdığın dudaklarının hatrına sayıklıyor yüreğim...
biliyorum, şuan okuyorsun belki; belkide ilk bir iki satırdan sonra vazgeçtin okumayı, "bu ne biçim deli işi!" dercesine..
ama ben biliyorum seni; kendimi, bizi...
ve ben diyorum...
ne hissediyorsan o olsun; ne hissediyorsam bu.. bırak kendini bana ve şu ana değin yaşamadığın bir, birkaç ay yaşa... ve o an hisset, bu birkaç ayın sence ne denli kalıcı ve bir o kadar uzun hissettirdiğine bünyenin...
trafilte yavaş giden araçların soldan gittiği deniz aşırı beldede, beni düşün belki yağmur altı karanlığının ötesinde...
beni düşün... bu geceyi, dün geceyi, pazar gecesini...
geldiğinde tekrar bul beni yakamda karanfil olmaksızın, salt notalarımla,
bul beni ve ger arşemin kılını, tekrar senin için ve sana keman çalabileyim diye..
keman çalabileyim ve ruhumun derinliklerinden senin derinliklerindeki ruhuna ulaşabileyim...
şuan olduğu gibi...
ve inan bana asla pişman olamayacaksın birtane..
..ve her daim, karanlığın ardındaki ıslak sıcaktan sana "ping" atıyorum; atıyorum ki aradaki mesafeyi ölçeyim, gerekirse kısaltayım, gerekirse hiçe sayayım; sayalım... diye......